TKB ÇANAKKALE BULUŞMASI AÇILIŞ KONUŞMALARI
Ülgür Gökhan-Çanakkale Belediye Başkanı, Tarihi Kentler Birliği Başkan Vekili
Dünyanın siyasal ve ekonomik gelişmelerinin yeniden şekillendiği, günümüzden 5 bin yıl önce antik çağdaki Troia’dan ve yakın tarihimizdeki 20. yüzyılda yaşanan Çanakkale Destanı’na uzanan süreçte tarihe damgasını vurmuş özel bir bölgedesiniz. Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan boğazın ve rüzgarın kenti Çanakkale’ye, bu kutsal topraklara hoşgeldiniz. Kentimizi onurlandırdınız…
Tarihi Kentler Birliği kurucu üyesi olarak sizleri konuk etmek bizleri çok mutlu kıldı… Çanakkale’nin önemi nedeniyle katılımcı dostlarımızın yoğunluğu bizleri ayrıca çok memnun etti.
50 belediye ile yola çıktığımız Tarihi Kentler Birliği süreci, bugün 163 üyeye ulaşarak kültürel mirasın korunmasına yönelik bilinçlenme çalışmalarına önemli katkılarda bulunmuştur. Avrupa Birliği uyum süreciyle örtüşen ve bu süreci destekleyecek olan bir anlayış olarak kültürel ve tarihsel değerlerimize sahip çıkarak korumak, Avrupa Birliği yolunda ülkemize büyük katkılar sağlayacaktır.
Bu vesile ile, Türkiye’de koruma anlayışını bilinçlendirme çalışmalarının sürdürülmesinde önemli katkıları bulunan Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet SEZER’e, katkılarından ve katılımlarından dolayı Turizm ve Kültür Bakanımız Sayın Atilla KOÇ’a, toplantılarımıza katılarak bizleri yalnız bırakmayan Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Sayın Kemal Nehrozoğlu’na, buluşmanın Çanakkale’de gerçekleşmesini sağlayan Tarihi Kentler Birliği Başkanı ve Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Mehmet ÖZHASEKİ’ye, ülkemizde koruma anlayışını bilinçlendirme çalışmalarının başlamasında büyük emekleri bulunan, Türkiye’nin başarısına ivme kazandıran ÇEKÜL Vakfı Başkanı ve Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Başkanı Sayın Metin SÖZEN’e ve Danışma Kurulu üyelerine, Dünya Mimarlar Kongresi’nin başarılı mimarı, Mimarlar Odası Genel Başkanı Sayın Oktay EKİNCİ’ye, kültürün turizme katkısını her fırsatta esirgemeden dile getiren ve Tarihi Kentler Birliği’ni gönülden destekleyen TÜRSAB Başkanı Sayın Başaran ULUSOY’a huzurlarınızda teşekkürlerimi sunuyorum.
Değerli katılımcılar,
Kent insan demektir… Kentler azımsanmayacak ölçüde insanların anılarında yaşar… Hatıralarda, otobiyografilerde adı geçmeyen kentler, anısı yazılmayan, geçmişinden, bu gününden söz edilmeyen kentler yaşamayan kentlerdir. Kent belleğimizi oluşturan kent dokusu ancak koruma anlayışı ile ortaya çıkabilir. Konuşan sokaklar, konuşan evler, konuşan meydanlar, konuşan bir kent yaratabiliyor, koruyabiliyor ve geleceğe doğru aktarabiliyorsak yaşayan ve yaşanan kimlikli bir kent yaratmayı da başarmış oluyoruz.
Kentin kimlikli dokusunun bilimsellikten ve sanatsallıktan uzaklaşarak ticari bir malzemeye dönüşmesini önleyebilmek, kentte sivil duyarlılığın yaratılmasıyla mümkündür. Tarihi ve kültürel değerlerin yaşam içinde yer alması ve bu değerlere sahip olma ayrıcalığının kentli tarafından hissedilmesi büyük önem taşımaktadır. Eski eserleri koruma anlayışının kent yaşayanlarına aktarılabilmesi, yine bu tür değerleri oluşturan kentlilerin kendi değerlerini sahiplenmesi ile mümkün olabilmektedir. Yerel Yönetim olarak bu tarihsel sorumluluğumuzu kendi imar politikalarımızda ön planda tutarak, taraf değil, ortak olma anlayışımızı Kent Konseyi ile yaşama geçirmeyi ve kentteki yaşayanların karar alma sürecine katkı vermesini hedeflemekteyiz. Kentimizde yaşam bulan yönetişim anlayışı, tüm sivil toplum örgütlerinin ve ilgili kurumların katılımıyla oluşturulan Kent Konseyi ile ivme kazanarak devam edecektir. Bu oluşumla, sivil inisiyatiflerin, kent yöneticileri ve siyasiler üzerinde baskı unsuru olarak, kentlerimizde, tarihten gelen uygarlık kültürüne yakışır hak ettikleri bir anlayışı oluşturmada başarılı olacağına inanıyorum.
Kendi kültürüne, tarihsel değerlerine sahip çıkan, farklı kültürlerin düşünce ve eserlerine de saygı duyarak yaşadığı çevreyi tüm dokularıyla koruyan bir anlayış, aynı zamanda demokrasinin gelişimine de katkı sağlamaktadır. Kentimizde yapılan çalışmaların en önemli unsurunu oluşturan demokratik katılım, 1994 yılında, katılımcı ve sürdürülebilir bir süreci de başlatmıştır.
Çanakkale Evleri Yaşatma Projesi (ÇEYAP) ile atılan bu adım Türkiye’de ilk kez sivil dinamiklerin ve belediyenin ortaklığında Koruma Amaçlı İmar Planının oluşturulması ile devam ederek, bugün bizi Türkiye Tarihi Kentler Birliği kurucu üyeliğine kadar götürmüştür. Bu süreçte büyük çabalarıyla projeye destek veren Sayın Prof. Dr. Cengiz Eruzun’a özellikle teşekkür ediyorum. Kentin farklı gruplarından gönüllülerle Tarihi Kentler Birliği toplantılarına katılarak, çalışmalarımızla diğer kentlere örnek oluşturmamız, ulusal boyuttaki en önemli başarımız olmuştur. Tarihi Kentler Birliği sürecinde hem birlikte öğrendik, hem de öğrendiklerimizi paylaştık.
Değerli Katılımcılar,
Kentler, binlerce yıllık yerleşik insan kültürünü yansıtan, insan yaşamının her anını etkileyen canlı ve dinamik yapılardır. Kentleri yaşanabilir kılmak; insanın mutluluğunu ve huzurunu hedef alarak, insanın kendisiyle, geçmişiyle ve yaşadığı mekanla uyum içerisinde yaşamasını sağlamak ancak barış ile mümkündür.
Kentimizde yakın tarihe kadar camisiyle, kilisesiyle, havrasıyla özgürce ve uygarca yaşayan Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Romanlar ve biz Türkler birbirimize saygı içerisinde kültürlerimizi buluşturarak, uzlaştırdık. Şimdi, Romanlar dışında bu hemşerilerimizden çok azı ile birlikteyiz. Buna karşın, onların kültürlerini ve eserlerini korumaya çalışarak kentimizin kimliğini ve tarihsel dokusunu çocuklarımıza aktarmak sorumluluğunun bilincindeyiz. Bu ülkede, demokratik ve laik Cumhuriyetimizde güzel şehirler yaratarak; Türk, Kürt, Çerkez, Ermeni, Rum, Laz, Müslüman, Hıristiyan, Musevi hep birlikte barış içersinde yaşamayı başarmak zorundayız. Daha çok demokrasi, hoşgörü, adalet ve ekonomik kalkınma ile çağdaş, huzurlu ve mutlu bir ülke olacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Değerli Konuklar,
Bir geçiş noktası olarak, Troialıların, Urartuların, Hititlerin, Selçukluların, Osmanlının ve daha nice medeniyetlerin yaşam bulduğu Anadolu topraklarında bugün geleceğe dönük sorumluluğumuz barışı yaşamak ve yaşatmaktır Bu topraklarda tarihin iki büyük ve önemli savaşı Troia Savaşları ve Çanakkale Savaşları yaşanmıştır. Ve bu kent savaşlardan barış çıkartmayı bilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin ve Ulu önder Atatürk’ün doğduğu bu kutsal topraklar üzerinde barışın dünya tarihindeki en güzel örnekleri yaşanmıştır. Ve savaşın içerisinde de barış, hoşgörü unsurlarını yaşatan başka bir savaş yaşanmamıştır. Atatürk’ün ‘yurtta barış, dünyada barış’ sözünü ilke edinerek, kendimizle, komşularımızla ve çevremizle barış içerisinde yaşamak, tarihten aldığımız bir öğretidir. Bu barış anlayışı, Anadolu insanının barışa bakışını ortaya koymakta, barışa olan duyarlılığını simgelemektedir. Bu anlayış, Anadolu’da yüzlerce uygarlığın bir arada,içiçe yaşaması sonucu oluşmuştur.
Avrupa Birliği’ne taşındığımız süreçte, barışın güvencesinin uygarlık tarihi olduğu bilincin de olan Çanakkale artık savaşlarla değil, uygarlıkların buluştuğu ve uzlaştığı bir noktada barışla anılacaktır.
Değerli Konuklar,
Kentimizin sahip olduğu dünya mirası Troia medeniyetinin 5 bin yıllık tarihsel geçmişinin izlerini insanlığın hizmetine sunmak, bu önemli uygarlığın eserlerini, kendi yerinde, Troia’da kurulacak bir müzede sergileyerek geleceğe aktarmak, uygarlıklarımıza sahiplenmemiz açısından önemli bir korumacılık örneğini oluşturacaktır.
Bu vesile ile yaklaşık bir ay önce yitirdiğimiz, bilimsel çalışmalarının ışığıyla aydınlattığı Troia’nın Anadoluluğunun kanıtlanmasında ve dünyaya duyurulmasında önemli katkıları bulunan Hemşerimiz Osman Manfred Korfmann’ı saygıyla anıyorum. Kendini adadığı ve bir yaşam biçimi haline dönüştürdüğü Troia’yı tanıtmak adına yaptığı çalışmalarla, verdiği mücadeleyle bizlere örnek olmuştur. Bu değerli bilim adamından bize miras olarak Troia’nın dünya’ya tanıtılma bilinci kaldı. Yöremize, ülkemize ve insanlığa sunmayı amaçladığı Troia Müzesi’ni kurmak ve yaşatmak bizler için bir vasiyet ve bir borçtur. Bu görev ve sorumluluğu hissederek kararlılıkla çalışacağız. Bu buluşmanın Troia Müzesi yapımı için bir başlangıç toplantısı olmasını ve tüm Türkiye’nin bu sorumluluğu hissetmesini diliyorum. Bu önemli projeye büyük destek vereceğine inandığımız için Sayın Bakanımızın huzurlarında bu talebimizi yineliyorum.
Bizlere düşen sorumlulukla; bugünün emanetlerini geleceğe doğru aktarabilmek adına görevimizi yerine getirme bilinci ile buradayız. Bu gönül sorumluluğumuz, aynı zamanda inanıyorum ki, katılımcılık anlayışıyla da birleşerek demokrasinin gelişim sürecine de katkı sağlayacaktır.
Kentlerimizin özgün mimari değerlerini ve dokusunu koruyarak geçmiş ve geleceği bir arada yaşatan, uygarlık kültürüne yakışır, hak ettikleri değeri bulan, çağdaş, mutlu kentler yaratmak ümidiyle katılımlarınıza ve buluşmada emeği geçen kurum, kuruluş ve kişilere teşekkür ediyor, hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Prof. Dr. Metin Sözen-ÇEKÜL Vakfı Başkanı, Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Başkanı
Çanakkale’de böyle bir toplantıda buluşurken, temel bir cümle, temel bir çıkış noktası arandığında, doğanın-kültürün derinliğinden bakıldığında, bu topraklarda insanlık ve uygarlık tarihini oluşturanların, dünyadan“geldikleri gibi gitmedikleri” görülür.
Tüm güçlüklere “direncin geliştirildiği” topraklardır bu topraklar. Bu nedenle her karışında, bir yeni bilinmeyenle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunun bilinciyle hareket etmek gerekir. Geçmiş, yalnız“öğrenme”, “ders alma” alanı değildir. Bundan daha önemlisi, büyük çatışmalardan sonra, “yeni bir dünya kurmanın” sürekliliğini sağlama başarısıdır. Çatışmalar ve çelişkilerle dolu böyle bir dünyada önemli olan, tüm toplumların birlikteliğini güçlendirmek, sıradan değer yargılarından sıyırarak kalıcı “evrensel doğrulara”yöneltmektir.
Çanakkale bu açıdan, toplumların “kendini tanıma”, “kendini yargılama”, ulaşılabilecek doğrularla yeni bir yaşam biçimini “düşünme” alanıdır. Çanakkale bu nedenle düşünmek, ileriye dönük doğru karar almak için sürekli özel bir coğrafya olmuştur. Buradan geçen gemiler, binlerce yılın “birikimini” diğer coğrafyalara taşırlar. İstanbul’dan, Çanakkale’den dünyaya akıtabileceğimiz evrensel değerler, bugün bu topraklarda yaşayan bizler için büyük bir kazançtır.
Bu toprakların altında üstünde, her incelik, her büyüklük vardır. Anadolu’da Hitit Uygarlığı’nın önemini anlamak, bir oranda Troya’yı anlamak demektir… Anadolu mitolojisinde iz sürmek, “aydınlanma” çağında yol almak demektir… Osmanlı’yı Balkanlar’da anlamak, Mustafa Kemal Atatürk’ü, dünya savaşlarının “gerçek nedenlerini” anlamak demektir… Günümüzün yanlışlarını, Türkiye Cumhuriyeti’nin gittikçe artan önemini anlamak, buradan Kurtuluş Savaşı’na açılan “aydınlığı görmek” demektir… Kısacası, bireyin birey, “gerçek varlık” olduğunu anlamak, bu yüklü geçmişi anlamak demektir…
İşte bütün bu nedenlerle buradayız. Anadolu’nun 12 bin yıl geçmişe giden, içinde “düşüncenin büyüdüğü”yerleşme tarihiyle buradayız. Onun için ölenleri kalanları, bugünleri bize “armağan edenleri” anmak için, bu toplantıyı burada farklı bir içerikle yapıyoruz. 2005 yılının son ayında İstanbul’da, buradaki birikimleri,“dünyaya”, uluslararası ortamlara aktaracağız.
2006 yılında, bu toplantılara katılacak ve ev sahipliği yapacak kentleri, artık farklı “sorumluluklar” bekliyor. Bu çok verimli 5 yılın ardından, Tarihi Kentler Birliği’nin, Türkiye’nin “yeniden yapılanma” sürecini, çok değişik boyutlara taşıması gerekiyor. Anadolu uygarlık tarihinin büyük birikimini ve yükünü taşıyan bu kentler, son“yasal düzenlemelerle”, yeni bir sorumluluğu yüklenmiş gözüküyorlar. Yerelden kaynaklanan özlü değerlerin, küreselleşen dünyanın gündemine doğrularıyla egemen olması yolu da buradan geçiyor. Bu yolun, “sürekli açık tutulması”, özlü değerlerin “kesintisiz üretilmesi” ise, bizim çabalarımızın niteliğine bağlı.
Gittikçe büyüyoruz… Gittikçe birlikteliğimiz güçleniyor… Gittikçe kalıcı değerleri yaşatma sorumluğumuz artıyor… Bunu ancak “düzeyli değerler üreterek”, dayanışmamızın “gücünü artırarak” aşabiliriz. Bu tür kurumların-kuruluşların da “tıkanma noktaları” vardır. Bir süre sonra kuruluş sıkıntıları unutulur, her şey doğalmış gibi gelir. Oysa başarı zamanı daralmaya, yokuş dikleşmeye başlar.
Kurduğumuz “Cumhuriyet” de böyle bir süreçten geçti. Şimdi bizlerin dayanışmamız oranında, emeğimizin yoğunluğu ve gösterdiğimiz özen oranında, ürettiğimiz değerler geleceğe taşınacak. Tarihi Kentler Birliği artık, salt kendi varlığı için değil, ülkemizin yerel yönetimine, ülke yönetimine, doğal-tarihsel-kültürel birikiminden aldığı güçle dünyaya, saygınlığımızı artırıcı “özenilir bir gündem oluşturma” sorumluluğunu da yüklenme noktasına gelmiş bulunmaktadır. Bu aynı zamanda, kendisinin de varlık nedenidir.
Türkiye’de, bir süre yoğun bir biçimde bu bölgede, doğal-tarihsel-kültürel varlıkların korunması konusunda sorumluluk yüklenmiş kişilerden biri olarak, iki kişiyi saygıyla anarak konuşmamı bitirmek istiyorum: Prof. Dr. Raci Bademli, Prof. Dr. Manfred Korfmann. Bu bölgede genel kararları alırken, uluslararası boyuta taşırken, yasal düzenlemelere giderken, onların verdikleri çaba, ancak “yurtseverlikle” açıklanabilir.
Prof. Dr. Raci Bademli aynı zamanda, yalnız bu bölgeye değil yurdun her köşesine, bilgisini aktarmaya, herkese destek vermeye çalışan, ÇEKÜL Vakfı’nın örnek insanıydı… Masabaşı kültüründen uzak bir bilim insanıydı… Beni kırmayarak geldiği Tokat’ta, son önemli konuşmasını, Tarihi Kentler Birliği’nin gündemine giren, “Havza Boyutunda Koruma” üzerine yaptı.
Eğer “ülkemize emek verenleri” saygıyla anacaksak, artık bu topraklarda “sağlıksız karar” almayalım… Anılarımızı, birikimlerimizi, dünya tarihinin doğrularını zedelemeyelim… Arkamızdan, bizim kuşağımız için kötü söz söylenmesin… Tarihi Kentler Birliği de, ülke gündeminde “geliştirdiği doğrularla” anılsın…
Son söz olarak, bu topraklara “sorumluluğumuz azalmasın” diyorum. “Yaşanabilir bir gelecek” için, saygılar sunuyorum…
Mehmet Özhaseki-Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, TKB Başkanı
Bugün kutsal bir yerde toplantı yapıyoruz. Çünkü Anadolu’da tüten her ocağın burada ebediyete intikal etmiş bir fidanı var. Çanakkale’de sadece Anadolu insanları değil, dünyanın çeşitli coğrafyalarında her din ve ırkta insan öldü.
Çanakkale bir okuldur. İnsan onurunun yeniden yazıldığı, tarihi yeniden yorumlamanın ve değerlendirmenin öğrenildiği bir okuldur. Bu topraklardan barış,umut, paylaşım ve inanç uğruna öğrenebilecek çok şey vardır.
Tarihe sadece kronolojik olarak bakmanın hiçbir anlamı yoktur. Tarihe ancak geleceği de aydınlatacak bir geçmişin ışığı altında bakarak algılayabiliriz. Dolayısıyla TKB, tarih olmuş kentlerin birliği değil, bugünü kavrayabilmek için ihtiyacımız olan, sahip olduğumuz mirasa bakışımızı değiştiren bir buluşma noktasıdır. Bu hastalığı bize bulaştırdığı için Hocam Metin Sözen’e teşekkür ediyoruz.
Bir yere yol, su ve elektrik götürmek kadar önemli olan bir şeyde doğal-kültürel ve tarihsel mirasına sahip çıkılmasıdır. TKB üyesi belediyeler bu hususta birbirleriyle yarışarak bize umut ve motivasyon veriyorlar.
Biraz da TKB olarak geldiğimiz noktaya değinmek istiyorum:
• Birliğimize üye olan yeni belediyelerle birlikte sayımız 163’e yükseldi. 17 yeni müracaatın değerlendirmesini henüz gerçekleştirdik. İçlerinden bir tanesine, eksik evraklarını tamamlaması koşulu koyarak, tüm başvuruları kabul ettik. Pek çok güzel tarihi şehir birliğimiz içinde yer alacak.
• “200 Ortak, 200 Eser” projesi kapsamında 51 belediyenin proje başvurusunu kabul etmiş bulunmaktayız.
• Aralık’ta uluslararası nitelikte gerçekleştireceğimiz “TKB Beşiktaş-İstanbul Buluşması”nın teması henüz kesin olmamakla birlikte “saray ve kent” olarak belirlendi.
• Ayrıca “yurtdışında korumacılık” kavramını yerinde görebilmek için 2006 yılında yurtdışına bir gezi planlamayı düşünüyoruz.
Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Atilla Koç; “kültürün turizmdeki payını alıp, tahsil edip size vereceğim, onun tahsildarı benim” demişti. Ayrıca kendilerinden önceki Kültür ve Turizm Bakanı’nın verdiği “sizin destek verdiğiniz projelere, benden iki misli destek” sözünü kendisine hatırlattığımızda, “her hayırlı işin ve dolayısıyla bu sözün de arkasındayız” diye yanıt vermişti. Bu sözlerinin takipçisi olacağız.
Süleyman Kamçı-Çanakkale Valisi
Beşbin yıllık tarihi geçmiş ile, dünya uygarlık tarihi ile yaşıt, Türk Milleti’nin yeniden dirilişine sahne olmuş topraklara sahip Çanakkale’ye “Tarihi Kentler” gibi anlamlı bir toplantı nedeniyle gelmenizi büyük bir coşkuyla kutluyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Çanakkale’de tarih ve yaşam iç içedir. Gelibolu sırtlarında batan güneş, bünyesinde barındıran şehitlerin huzuru ile akşamın serinliğini sağlarken, Truva’da esen gizemli rüzgarlar aynı zamanda Anadolu medeniyetlerinin de habercisidir.
Her sokağın başında size gülümseyen “evler, konaklar, dini yapılar, hamamlar” geçmişin izlerini bugüne taşıyan şahitlerdir.
Kente kimlik kazandıran ne varsa, bunu Çanakkale’de bulabilirsiniz. Çanakkale’de giderek artan koruma kültürünün yanı sıra, geçmişten günümüze kalan sivil mimari örnekleri, dokuları bozulmaksızın yeniden hayata döndürülmektedir.
Bir kenti diğer kentlerden ayıran en önemli özellik, bozulmamış tarihi dokusudur. Bu tarihi doku, tek yapı örneğinde olduğu gibi, bir sokak ve mahalle ölçeğinde de algılanabilir. Bize düşen görev, kentin karakteristik kimliğini oluşturan bu kültür varlıklarını özenle korumak ve yaşatmaktır. Bu konuda başta eğitimciler olmak üzere, herkese görev düşmektedir. Kente sahip çıkmak, onun kültürel dokusuna sahip çıkmakla olur. Yerel yönetimlerde son yıllarda “korumacılık” anlayışının gerçekleşmesi bu bakımdan anlamlıdır.
Tarih ve kenti bir araya getiren böylesi bir toplantının ilimizde yapılması, Çanakkale adına sevindiricidir.
Bu toplantı sonucunda ortaya çıkan yararlı ve yeni fikirler doğrultusunda, duyarlılık ve heyecanla çalışmalara hız vereceğimize olan inancım tamdır.
Hepinizi kentimizde ağırlamaktan mutluluk duyduğumu belirtir, saygılarımı sunarım.
Atilla Koç-Kültür ve Turizm Bakanı
Tarihi Kentler Birliği’nin Muğla Buluşması’nda son konuşmacı bendim. Konuşmak üzere kürsüye çıktığımda“bunca lafın üstüne ben şimdi ne diyeceğim” demiştim. Ertesi gün gazeteler “Atilla Koç ne diyeceğini bilmiyor”diye manşet attı. Ben buraya cebimde değil ama yüreğimde ve beynimde 75 ilin birikimiyle geldim. Bu nedenle yarın öyle bir manşet atamayacaksınız.
Ben bu birlikteliği tanımlamak için “buluşma” kelimesini tercih ediyorum. “Buluşma sevgililerin işidir”. Biz de kentlerimizle sevgiliyiz zaten.
Ben konuşmama 3 tane Mustafa’yı yad ederek başlamak istiyorum: Mustafa Kemal Atatürk, Mustafa Fevzi Çakmak, Mustafa İsmet İnönü. 3 Mustafa bu topraklarda çok hayırlı işler yapmıştır.
Kültür ve Turizm Bakanı olarak şunu söylemeliyim ki; yerel yönetimlerin önünü açmak için, büyük bir gayretle kanuni alt yapıyı tamamladık. Asıl olan kanundan ziyade yönetmelik ve tüzük çıkarmaktır. Haftada en az 1-2 gün yönetmeliklerimiz Resmi Gazete’de yayımlanıyor. Bu yönetmeliklerin çıkması herkese büyük sorumluluk yüklüyor. “Al ve yap” şartlarını sağlamaya çalışıyorum. Yine de bazı eksiklikler var.
Büyükşehir belediyeleri ve valilikler ile beraber, “Koruma Uygulama ve Denetim Büroları”nda (KUDEB) ortak çalışmalar yürüteceğiz. Mimar, arkeolog, işçi ve mühendislerin fikirlerini alacağız. Bu meslek gruplarının danışmanlığına ihtiyacımız var. Çünkü 1 liralık bir hatanın telafisi 1 trilyona mal olabiliyor. Bu hatalar yüzünden Türkiye’de ne şehir ne de kasaba kaldı.
Isparta’da 30 bin hane, 70 bin araç var. Buna rağmen “kentsel dönüşüm” projesinde sadece 5 bin araçlık park yeri ayrılmış. Yenileyin bu projeyi dedim. Bu kadar detayla uğraşmak belki doğru değil ancak ben, Kültür ve Turizm Bakanı’ndan ve her şeyden önce bir Türkiye vatandaşıyım.
Gelinin biri gittiği evi pis bulmuş, 3 ay silip, süpürmüş. Sonra da kayınvalidesine “Bakın ben çok çalıştım. Evimiz tertemiz oldu.” demiş. Kayınvalide bunun üzerine “Temizliğimiz hep aynı ama senin burnun alıştı kızım” diye cevap vermiş. Böyle olmamak lazım.
Yerel yönetimlerin inisiyatiflerinin ve maddi güçlerinin arttırılması çok önemli. Vergilerden “kültürel değerlere katkı” olarak” %10 pay alınıyor. Bu para valiliklere aktarılıyor. TOKİ kredilerinin %10’u da yine aynı amaçla kullanılıyor.
Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı ve TKB Başkanı sayın Mehmet Özhaseki bana verdiğim sözleri hatırlattı:“Kültürün turizmdeki payını alıp, tahsil edip size vereceğim, onun tahsildarı benim” demişim. Ama ben bunu zaten yapıyorum. Size aktardığım 120 trilyon para turizmden geldi. Benden önceki bakanın verdiği sözü de, devletin devamlılığı gereği, tutacağım.
TKB projelerine her türlü desteği vermeye hazırım. Tüm imkanları seferber edeceğiz. Ancak şunu da hatırlatmalıyım: Tarihi varlığı korurken, mevcut şehrin düzeltilmesi için de gayret gerekiyor. Ben bu meydana getirdiğimiz şehirlerde yaşamaktan zevk almıyorum…
Sokaklar, bulvarlar bir şehrin ana damarlarıdır. Siz o damarları yitirirseniz, o şehrin kalp krizinden ölmesi kaçınılmazdır…
Eski eserleri yenilemek konusuna gelince: Siz o yenilenmiş eserlere insan nefesi sokmazsanız, 3 yılda onlar yeniden eskir. Tamam para verelim, ama öncelikle bu alanlara bir fonksiyon verilmeli. Eğer bunu başaramayacaksak bırakalım, yıkılsın. Tamir edilip trilyonlar harcandıktan sonra yıkılmaya terk edilmesi daha büyük israf…
Sizlere 75 vilayette gördüğüm dertleri aktardım. Taşın altına elimizi, taşı kaldırmak için koymamız gerekiyor. Ben size ancak eliniz ezilmesin diye güç verebilirim. Benim yardımlarım tulumbaların yanındaki “Nazilli Bardağı” gibidir. Ben sizin “Nazilli Bardağı”nızım ama tulumba sizsiniz. Tulumba kolunu çekmezseniz “Nazilli Bardağı” işe yaramaz.
Ahmet Necdet Sezer-Cumhurbaşkanı
(Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in hazırladığı konuşma metnini, Cumhurbaşkanı adına TKB buluşmasına katılan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Nehrozoğlu okudu.)
“Tarihi Kentler Birliği Çanakkale Buluşması” çağrınızdan mutluluk duydum. 2000 yılında yaklaşık 60 belediyemizin katılımıyla kurulan TKB’nin yeni katılımlarla her geçen gün büyümesi ve kapsamlı projeleri yaşama geçirmesi Birliğin gücünü artırmaktadır.
Kültürel mirasın ve eski kent dokularının korunması için yerel yönetimler dayanışmasını kurumsallaştıran TKB, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, diğer kişi ve kurumlarla işbirliği içinde önemli bir görev yerine getirmektedir.
Birliğin kısa süre içinde ortaya koyduğu çalışmalar, tarihi kentlerimizin korunması ve özgün kimlikleriyle geleceğe taşınması konusunda bizleri umutlandırmaktadır.
Yerel yönetimlerimizin, tarihsel mirasın korunması konusundaki düşüncelerini somut projelerle yaşama geçirmeleri, bu konudaki duyarlılıklarını ortaya koymaktadır.
Zengin tarihsel ve kültürel birikimi olan kentlerin, kimliklerini yansıtan öz değerlerini koruyarak uygarlığa açılması, insanlığın ortak kültür mirasının paylaşılmasına ve ülkeler arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğin gelişmesine olanak sağlayacaktır.
Bireylerin tüm gereksinimlerine yanıt vererek, toplumsal ve çağdaş yaşama etkin katılımlarını sağlayan çağdaş kentler, sağlıklı kuşakların yetişmesini olanaklı kılarak ülkelerinin gelişimini hızlandıracaktır.
Tarihsel, kültürel ve doğal varlıkların korunmasında, kentsel tarih bilincinin yaratılmasında bireylere büyük sorumluluk düşmektedir.
TKB’nin bu toplantısının Çanakkale’de gerçekleştirilmesinin ve temasının “Barışın Güvencesi Tarih ve Çanakkale” olarak saptanmasının özel anlam taşıdığını düşünüyorum.
“Truva Antik Kenti” kalıntılarının bulunduğu Çanakkale, tarih boyunca birçok uygarlığa evsahipliği yapmış, savaşlara ve uğradığı yıkımlara karşın, farklı ulusların ve kültürlerin kaynaşmasına aracılık etmiştir. Kültürel ve tarihsel zenginliğin yanı sıra, barışın önemini ve değerini tüm insanlığa öğreten konumuyla Çanakkale’nin Türk ve dünya tarihinde seçkin bir yeri bulunmaktadır.
Yakın tarihimizde büyük çarpışmaların yaşandığı, Türk insanının inanılmazı gerçekleştirerek eşine az rastlanır bir kahramanlık destanı yazdığı “Çanakkale Savaşları”nın sonuçları, insanlığın geçmişteki hatalardan ders çıkartması gerektiğini bizlere anlatmaktadır.
İnsanlık, artık savaşlara son vermeli, tüm insanların huzur ve sevgi içerisinde birarada yaşayacakları barış dolu bir dünyanın temelleri atılmalıdır.
İnsan haklarına saygı, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve yurttaşlık bilincinin gelişiminin barışın emeli olduğunu bir kez daha anımsatıyor, sevgi ve hoşgörüyle yeşeren barış kültürünün herkes tarafından bir yaşam biçimi olarak benimsenmesini diliyorum.
Verimli bilgi paylaşımı sağlayarak TKB’nin çalışmalarının gözden geçirilmesine ve yeni hedeflerinin saptanmasına değerli katkılarda bulunacak olan “Çanakkale Buluşması”nın aynı zamanda barış özleminin güçlü bir şekilde dile getirilmesine aracılık edeceğine inanıyorum.
Zengin birikimimizin duyarlı yaklaşımlarla sonsuza kadar korunması umuduyla tüm katılımcılara sevgi ve saygımı iletiyor, TKB’ye çalışmalarında başarılar diliyorum.
Panel: Barışın Güvencesi Tarih ve Çanakkale
Prof. Dr. Ruşen Keleş-Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Üyesi
Barışın savaşı karşıtı olduğu konusu üzerinde hiçbir kuşku yoktur. Ama, barışın kapsamının ne olduğu tartışma konusudur. Dar anlamda, barışı savaş koşullarından uzakta olmak biçiminde algılayanlar olduğu gibi; geniş anlamda, gerçek barışın, silahlı çatışmalardan uzak kalmanın ötesinde, ancak yeterli gelir, istihdam, eğitim, sağlık, beslenme, kültür ve çevre koşullarında sağlanabileceği görüşünde olanlar vardır.
Bir etik ve siyaset bilimi terimi olan barış, yakın zamanlara kadar, insan yaşamının en yüce toplumsal ve aktörel bir değer olduğu anlayışına dayanmıştır. Uluslar ve devletler arasındaki ilişkilerde barışın kurulması ve korunması, tüzel belgelerde önemli bir kural olarak yer almıştır. Barışseverlik, bireylerin ve devletlerin kişisel ve ulusal onurlarına , egemenliklerine, insan haklarına saygılı olmayı zorunlu kılmaktadır. Barışseverlik, kamu düzeninin korunmasına ve kuşaklar ararsındaki karşılıklı anlaşmanın sağlanmasına katkıda bulunduğu gibi, tarihsel ve kültürel değerleri geliştirmeye da katkı yapar. Barışseverlik ile saldırganlık ve düşmanlık birbirlerine karşıt kavramlardır. Gandhi, Tolstoy, Schweitzer gibi düşünürlerde barışın bir yaşam felsefesi düzeyine yükseltilmiş olduğunu görürüz. Atatürk, “Yurtta barış, evrende barış” sözleriyle yaşam felsefesi olarak barışı vurgulamış olan ender askerlerden ve devlet adamlarından biridir.
Barıştan yoksunluğun yüksek bir maliyeti vardır. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Hiroshima ve Nagazaki, Vietnam Savaş, Körfez Savaşı, Kosova, Irak ve daha başka örnekler, insanlığın mirası olan pek çok kültür, tarih, mimarlık ve doğa değerlerinin onarılmaz derecede hasar görmesine yol açmıştır (1). Süper güç denilen devletlerin, silah ekonomilerinin canlılığını koruyabilmek için silahlı çatışmaları ve halklar ararsındaki düşmanlık duygularını körüklediklerini bilmeyen kalmamıştır.
Her ne kadar barış çoğu kez savaşın karşıtı olarak algılanmakta ise de, savaşın olmadığı ortamlarda bile barışa ulaşılmış olmayabileceğini gösteren örnekler pek çoktur. Kentsel yaşam, barışa özlem duyulan ortamların başında geliyor. Çünkü bu kentler, insanların kendi özdeksel ve tinsel varlıklarını geliştirebilecekleri toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullardan büyük ölçüde yoksun bulunuyor. Aç, hasta, eğitim fırsatlarından yararlanamayan, evsiz barksız, geleceğine güvenle bakamayan işsiz yığınların barış içinde yaşamakta olduklarından söz edilebilir mi? Üçüncü Dünyanın ve Türkiye’nin büyük kentlerini dolduran insanlar arasında bu özellikleri taşıyanların artık çoğunlukta olması, kentsel barıştan uzaklaşmakta olduğumuzu göstermez mi?
Barış nasıl dar ve geniş anlamları olan bir kavram ise, kenti de salt bir coğrafya kavramı olmanın ötesinde, toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal bir kurum olarak görmek gerekir. Bununla birlikte, coğrafyanın barış yolunda birleştirici bir rolü bulunduğu hiçbir zaman yadsınamaz. Çünkü, coğrafyanın, kültür, tarih ve mimarlık değerlerini birleştiren bir bağ işlevi de vardır. Bir Akdeniz ya da Ege kültüründen ve uygarlığından söz etmek anlamsız değildir. Coğrafya ile birlikte tarih ortak kültür değerlerinin oluşmasına katkı yapan başlıca etmenlerdir.(2)
Günümüzde konut, ulaşım, kentsel topraklar, tarih, kültür ve mimarlık başyapıtları, yeşil alanlar ve geniş anlamda çevre, güvenli bir yaşamın özdeksel ve tinsel koşulları, bütünüyle kentsel ortamlar barışçı olmayan davranışlara ve şiddet eylemlerine sahne olmaktan geri kalmıyorlar. Kimi yazarlara bakılırsa, çağımızda, uygarca bir yaşam biçiminin (civilité) koşullarına saygılı bir kentsel uygarlıktan söz etmeye olanak kalmamıştır. Bir başka deyişle, kentsel uygarlığın uygarlığı girmiş ; geriye yalnızca birbirleriyle bütünleşememiş birtakım mekanlar arasındaki kopukluğu yansıtan kent kalmıştır.(3)
Kent düzeyinde barışı gerçekleştirmekten alıkoyan etmenler içinde en önemlilerinden biri, kuşku yok ki, insanların saldırganlığıdır. Kimi düşünürler, insana, kente ve çevreye yönelen saldırganlığın sorumluluğunu insan doğasındaki özelliklere bağlarken ; diğerleri, asıl nedeni toplumların yapısal özelliklerinde ararlar. İnsan davranışlarını toplumsal ve ekonomik koşulların belirlemekte olduğu görüşü (4) bize daha inandırıcı görünmektedir. Bununla birlikte, kent düzeyinde barışı engelleyen etmenler ararsında, insanın birey olarak oynadığı rolü yadsımağa olanak yoktur. Günümüzde kapitalist batı dünyasının kentlerinde, insanların birbirlerine ve çevrelerine zarar vermekte sani bir yarışa girmiş gibi oldukları dikkatlerden kaçmıyor. Küreselleşen kentler, insan saldırganlığının ve yıkıcılığının en çok göze batan örnekleri haline geldi. Gerçekten, insandan başka hiçbir varlık , kendi türüne ve onun mekanna karşı bu denli yönlendirilebilen bir yıkıcılık özelliğine sahip değildir. Bir gözlemciye göre, Afrika antilobu, sivri boynuzlarının yardımıyla aslanı şişler, ama bunu hiçbir zaman kendi soyundan olanlara karşı yapmaz. Zürafa, kendini yırtıcı hayvanlara karşı tekme atarak korur, ama kendi soyundan olanlara karşı yalnız kısacık boynuzlarını kullanır. Bir aslanın ya da kaplanın, kendi soyundan olanlarla yaptığı kavga başka, avladığı başka hayvanlara karşı yaptığı kavga ise başkadır.(5) Yalnız insanoğludur ki, düşmanını yok etmekte, kendi soyundan olanlarla başakları arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin acımasız davranabilir.
Kente, kentsel değerlere ve çevre değerlerine karşı suç işleyenler arasında, sıradan bireyler kadar, kentleri planlayanlar, yapılara , yaşam ortamlarına biçim veren mimarlar, ve kentleri yönetme görevini üstlenmiş olanlar da vardır. İnsanlık dışı güdülerin, açlık ve yoksulluğun şiddet ve terör olaylarını daha kolay beslediği beton yığınlarından oluşan kentsel ortamları bu kişiler yaratmıyor mu? Bir yandan Saraybosna ve Grozni’deki gibi, dışardan püskürtülen ateşin ve barutun etkisi altında, yani dış etmenlerle yaşamını yitiren, bir yandan da içerden, kentin kangren olmuşçasına kimliğini yok ettirmeye yönelmiş iç öğelerin etkisiyle yozlaşan kentlerin örnekleri o kadar çoktur ki…
Birkaç yıl önce Oklahama City’deki patlamanın yarattığı yıkım, Tokyo metrosundaki kalabalığın kimyasal maddelerle zehirlenmenin eşiğine getirilmesi, New York Ticaret Merkezi’ndeki ikiz kuleler faciası, Madrid, İstanbul, Londra metrosu patlamaları, Paris, Londra ve New York metrolarında koltuk döşemelerinin jilet ve çakıyla sık sık paramparça edilmesi, tarihsel anıtların duvarlarına çiziştirilen garip yazılarla çirkinleştirilmesi, hep ayni saldırganlık güdülerinin dışavurumundan başka bir şey olmasa gerektir.
İnsanın çevresiyle olan ilişkilerinde tarih ilginç dönüşümlere tanık olmuştur. Sıradan insanlar ile toplumları yönetenler, çevrenin değerlerine her zaman gereken saygıyı gösterebilmiş değildirler. Bencillikle doğa saygısı ararsındaki çekişmeden çoğu kez bencillik kazançlı çıkmıştır. Milattan 3000 yıl öncesinin bir öyküsü olan Gılgamış Destanı’nda kahraman kralın, kendi adını ölümsüz kılabilmek için koskoca bir ormanı nasıl yok etmeyi buyurduğu anlatılır. Sonunda, ormansızlaşan coğrafyada, tuzlanma ve su baskınları birbirini izler ve Fırat ve Dicle Vadilerindeki zengin uygarlığın ekolojik temelleri sarsılır. Bu olay, daha sonraki yıllarda, insanlığın karşı karşıya kaldığı çevre felaketlerinin başlangıcı sayılmıştır.(6)
Oysa, ekolojik etik ya da çevre etiği ile barış etiği içiçe olan kavramlardır. Çevre değerlerinin gereği gibi korunabilmesi insanların birbirleriyle de barış içinde yaşamalarını zorunlu kılar. Anatole Rapoport, doğa ile barışın, dünya barışının da temelini oluşturduğu görüşündedir.(7) Bu görüşler, Rio Bildirisi’ne de yansımış ve çevre, kalkınma ve barış kavramlarının birbirinden ayrılamayacağı gerçeğine Rio ilkeleri arasında yer verilmiştir. Uluslar topluluğu ve dünya kamuoyu, toplumlar arasındaki düşmanlıklardan ve silahlı çatışmalardan insanlığın ortak varlığı olan değerlerin zarar görmesini önlemek üzere önlem almaktan geri kalmamıştır. 1899 ve 1907 tarihli La Haye Sözleşmeleri’nde mimarlık mirasını ve tarımsal yapıları kapsayan insan çevresinin ve ormanları içeren doğal çevrenin korunmasına ilişkin kurallar yer almıştır.(8) Ama asıl somut adımların atılması için 1970’li yılları beklemek gerekmiştir. O tarihe kadar, doğal çevre savaş sırasında bir hukuk öznesi olarak dikkate alınmıyordu.Örneğin 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne 1977’de eklenen protokoller, doğal çevrenin savaşlar sırasında korunmasına ilişkin kurallar içermektedir.
Kuşkusuz, barışı yeryüzünde gerçek ve kalıcı kılmak, onu kültürümüzün ayrılmaz bir parçası yapmakla olur. Bu nedenlerdir ki, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 13 Eylül 1999’da aldığı bir kararla (53/243) bir Barış Bildirisi yayımlamıştır. UNESCO Genel Konferansı da, 1996-2001 yıllarını kapsayan orta erimli eylem stratejisini barış kültürünün geliştirilmesi üzerine oturtmuştur. Bununla ilgili belgede, bir savaş kültüründen barış kültürüne geçişin ön koşulları olarak sayılan değerler arasında, özgürlük, adalet, demokrasi, hoşgörü, dayanışma, çoğulculuk, kültür varlıklarının korunması ve diyalog gibi temel ilkelere dayalı bir toplumsal etkileşim ve paylaşım bilinci başta yer almaktadır. İnsan haklarının ve temel özgürlüklerin geliştirilmesine saygının yanı sıra, bugünkü ve gelecek kuşakların kalkınma ve çevre gereksinmelerine saygı gösterilmesi de bu önkoşullar arasında bulunmaktadır. 1970’li yıllardan itibaren kabul edilen çevreyle ilgili uluslararası sözleşmelerden pek çoğunda kültür varlıklarının korunmasına ilişkin kurallara yer verilmesine karşın, uygulama umulan başarı düzeyine varmamıştır.
Tarihin yakından incelenmesi gösteriyor ki, insanlar ve toplumlar arasındaki uyuşmazlık, düşmanlık, çatışma ve savaşlar, barıştan daha fazla ağırlık taşımaktadır. Oysa, yapılması gereken , bugünün ve geleceğin tarihini barışseverlik duyguları üzerine oturtmanın yollarını aramaktır. Bu yolda, zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki ilişkilerde, bencilliğin ve sömürünün yerine dayanışmayı koymanın önemli katkısı olur.Hareket noktası, bireyin, yöneticinin, toplumun tüm kurumlarının eğitilmesi olmalıdır. Barış koşulları içinde yaşamak tarih ve kültür değerlerimizi koruyabilmenin ön koşuludur. Öte yandan, tarih ve kültür varlıklarımızın korunmasında işbirliği ve dayanışma ruhu içinde davranmakla da barışa hizmet edilebileceği unutulmamalıdır. Çanakkale’de, İnönü’de, Anafartalar’da Türk askerinin yazmak zorunda kaldığı kahramanlık destanları, barış karşıtı bir tutumun, saldırganlığın değil, meşru savunma durumunda bırakılan, vatan toprakları işgal edilmiş bir halkın harekete geçmesinin öyküsü olarak algılanmalıdır.
Bu vesileyle, ömrünün yirmi yıla yakın bir bölümünü bu ilin sınırları içinde tarihin aydınlatılmasına adamış olan, TC yurttaşı da olan ve Osman adını övünçle kullanan, yakında yitirdiğimiz değerli meslektaşım Alman Profesör Manfred Korfmann’ı saygıyla anıyorum.(9) Barış koşullarının tarihin güvencesi olabileceğini kanıtlayan en güzel örneklerden biriydi o. Tarihi Kentler Birliği’nin bir saygı ve takdir belgesini ailesine vermekle, barışa, tarihe ve insanlığa önemli bir hizmette bulunmuş olabileceği kanısını taşıyor ve bunu öneriyorum.
1 Paola Somma (ed.), At War With The City, The Urban International Press, Gateshead , 2004
2 Ruşen Keleş, “Kent Düzeyinde Barış Kültürü ve Şiddet”, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı, Barış Kültürü, 2.Kültür Kongresi, İzmir, 2001,s.82-89
3 Olivier Mongin, Vers La Troisieme Ville ?, Hachette, Paris, 1995, s.22
4 Raşüiddin Khan, “La Violence et le dévéloppement socio-economique”, Revue Internationale des Sciences Sociales, Vol.30, No:4, 1978
5 Alexander Mitscherlich, Barış Düşüncesi ve Saldırganlık, Cem Yay., İstanbul, 1999, s.97 ve 101-105
6 Victor Ferkiss, Nature, Technology and Society: Cultural Roots of the Current Environmental Crisis, NYU Press, New York, 1993, s.3-3
7 Anatole Rapoport , Conflict in Man-Made Environment, Penguin, London, 1974
8 Philippe le Prestre, Protection de l’environnement et relations internationales: Les défis de l’écopolitique mondiales, Armand Colin, Paris, 2005, s.380-384
9 Özgen Acar, “Troia Korfmann’ı Yitirdi…”, Cumhuriyet, Pazar Eki, 21 Ağustos 2005, Sayı: 1013
İsmail Erten-Mimar
Değerli katılımcılar, konuklarımıza yaşadığımız kente gösterdikleri ilgi dolayısıyla teşekkür ediyor ve hoş geldiniz diyorum.
Tarihi Kentler Birliği sivil örgütlenmesi, hepimizi birbirimizle tanışık yaptı. Unvanlarımıza ve üst kimliklerimize bakmaksızın, eşitlikçi bir platformu 5 yıldır paylaşıyoruz. Aramızdan resmen ayrılanlar ile yeni gelenler alınmasın, bu 5 yılın dostluğuyla ve samimi bir ortamda düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.
Düşüncelerim, bu kentte yaşayan sıradan bir insanın söyledikleridir. Yani, ne bir unvanımı, ne de bir üst kimliğimi bu panelde kullanmıyorum.
Sizlerle 3 bölümlü bir sunuş paylaşacağım. Birinci bölüm, ninemin anılarından hareketle, savaşın sivil yaşamdaki barış talebini içerecek. İkinci bölüm, konut ve barış üzerine bir değerlendirme olacak. Üçüncü ve son bölüm ise, bu kente ait bir koruma serüveni üzerinden barışın arayışını kapsayacak.
Söylediklerim ve düşüncelerim daha iyi anlaşılsın diye, bir süredir üzerinde çalıştığım sunuş metnine sadık kalacağım. İsterseniz ninemin anılarıyla başlayalım;
Çocukluğunu ve ilk yetişkinliğini savaşlar döneminde geçiren ninem, bana savaşın gördüğü ve yaşadığı yüzünü anlatırdı. Aklımda kalanlarla ve onun ağzından bu anıları sizlerle paylaşmak isterim.
“Ortalığı dumanlar kaplar, gürültülü silah sesleri kulaklarımızda yankılanırdı. Köyün gençleri ve yetişkinleri savaşa gitmişti. Kadınlar ile yaşlı erkek ve çocuklar toprak damlı evlerimizde bekleşir, gece ışık verecek ateş yakmazdık. O günlerden unutamadığım en belirgin şey, gürültülü silah sesleri, gökyüzünü kaplayan kara bulutlar, havadaki barut kokusudur.”
Anlatmaya devam ederdi:
“Bizim biraz ekecek arazimiz vardı. Fakat buğday yetiştirmezdik, arpa ekerdik. Arpa aynı zamanda hayvanlarında yiyeceğidir. Arpayı taş dibekte döver, kabuklarını savurup ekmek yapardık. Hep çiğ soğan iyi olmazdı, ara sıra soğanı kızgın külde pişirir tatlandırarak yerdik. Bu durumumuza da şükrederdik, çünkü bazı toprağı olmayan ve ekip biçemeyen komşularımız, ağaç kabuklarını, çarıklarının köselesini bile yer duruma gelmişti.”
“Ortalıkta çeteler dolaşırdı. Atlı ve silahlı çeteler. Bu çetelerin bazısı iyi olur bize yardım eder, bazısı ise evlerimizdeki ne var ne yok alır götürürdü. Özellikle köyün zenginlerinin evlerine giderler, duvarları yıkar, ambarları ve kuyuları ararlardı. Esas dertleri altın bulmaktı. Bir de genç kızlara göz dikerlerdi. Mustafa Kemal başa geçince, bu çeteler dağlardan köylere indi. Kimin ne olduğunu şimdi ben bilirim.”
“Amcam ve büyük abim savaştan dönmedi. Dönenlere sorduk, kimse hatırlamıyor ne oldukların. Karşıda bir yerlerde yatıyorlar simdi.”
Bir dua okuduktan sonra konuşmasını sürdürür;
“Büyük savaş bitmiş, Mustafa Kemal henüz başa geçmemişti. Dedene aldılar beni. Fıranlı’dan, Bozköy’e gelin gittim. Varlıklı adamlardı dedenler, ama biz yine çetelerle uğraşır, arpa ekmeğiyle soğanı katık ederdik. Bu yoksulluk, Mustafa Kemal başa geçtikten sonra azalsa da, 2. cihan harbinin sonuna kadar sürdü.”
Savaş dönemlerinde doğan çocuklarını ve biz torunlarını susturur ve bir ders verirdi bizlere;
“Bizler savaşın acılarını yaşadık, çok badireler atlattık. Ben yine şanslıyım, hala yaşıyorum ve sizleri görebildim. Ne insanlar telef oldu bir bilseniz. Onun için ben sizden daha fazla bilirim bugünlerin kıymetini. Eğer bunları size anlatıyorsam, sizinde bugünün kıymetini bilmeniz içindir.”
Değerli katılımcılar;
Biliyorum ki, hepimizin böylesine anıları var. Birçoğumuz savaşı ve savaş halini doğrudan yaşayanlarla yaşadık, onlardan aldığımız anıları başucumuzda gizliyoruz. Bugünün kıymetini daha fazla bilmek için, anılarımızı da yaşatmalıyız.
Sizlerle savaşın “hiçte umursanmayan” bir sivil anısını paylaştım. Bunun sebebi, savaşın iktidarların kazanma ve kaybetme durumlarından öte bir şey olduklarını hatırlatmaktı. Tarih kitaplarımız kahramanlıklarla dolu, hep kazanıyoruz nedense. Kaybettiklerimiz dipnotlarla sınırlı. Anılardaki yaşamın içine girdiğimizde, kazananın olmadığı karşımıza çıkıyor. Açlık, sefalet, yoksulluk, eğreti yaşamlar ve diğer korkular, savaşın bir başka yüzünü bizlere gösteriyor.
Tüm bu yaşanmışlıklar, farklı ve çok geniş coğrafyalarda aynı tür acılara sebep oldu. Şimdi bu acıların ve yaşanmışlıkların orta yerinde yer alan, savaş alanlarında bulunuyoruz. İster Troia savaşından bahsedelim, ister Çanakkale savaşından, isterseniz bir başkasından, savaşın gerçek yüzü bu topraklarda daha da yoğun hissedilir. Vahşet, kan, silah ve ölüm zihnimize kazınır, yüreğimize oturur. Gördüklerimiz bir kahramanlık değildir sadece, yaşamın o ana ait kötülüğüdür aynı zamanda. Savaş alanlarının titizlikle korunması, yeni ve yüce değerlerle tahrip edilmemesi, adının barış parkı olması taleplerimiz, gelecek kuşaklarında bu anılara, bu yaşanmışlıklara, tanık olması ve daha fazla barış istemeleri içindir.
İşte bu yüzdendir bu kent, savaşla değil barışla anılmak ister. Bir daha savaş olmasın diye barışı daha fazla haykırır, talep eder. Ninemin deyişiyle “bugünlerin kıymeti, dünden alınan ibret verici derslerle” daha iyi bilinsin ister.
Değerli katılımcılar;
Barış sadece savaşın karşıtı değildir. Sizlerle konut ve barış ilişkisi üzerine de paylaşmak istediklerim var. Kısa bir sürede tamamlayıp, geçtiğimiz ay sonuçlandırdığımız “Troia’dan Günümüze Çanakkale’de Konut”adlı sergi projemizde, Arkeolog Rüstem Aslan’la yoğunluklu çalıştık. Troia’daki megarondan başlayıp, 5 bin yıllık konutun bu topraklardaki serüvenini izledik. Bize kalan en önemli değer, konutun birleştirici, kapsayıcı ve barışçı yanıydı. Anıt mimari olarak da bilinen, dini, askeri ve resmi yapıların diğeri üzerindeki dışlayıcı, yok edici ve ezici tarafını konutlarda göremedik. Sivil mimari yapılar olarak da bilinen konutlarımız, hiçbir siyasal ve ideolojik ön yargı içermeksizin, bir sonraki kuşak, bir sonraki kültür, bir sonraki uygarlık tarafından benimsenip, geliştirilerek bugünlere taşınmış.
İnançlarına göre farklı dini yapılarda ibadet ederek, kendisinin diğerinden daha üstün ve iyi olduğunu savunanlar, konutlardaki sohbetleriyle, yaşamın gerçek ve içten değerleriyle dostluğu pekiştirmiş. Diğerinin üzerindeki hakimiyetini, askeri ve resmi yapılarını yüceltmek veya yok etmekte gören iktidarlar, sivil yaşamın konutlarına, kesintisiz giden yaşamın mekanlarına dokunmamış, girememiş, girenler de tarih boyunca yadırganmış. Konutlardaki yaşam, farklı üst kimliklerle değil, bir arada olmanın, aynı sokak ve mahalleyi paylaşmanın barışçıl yanıyla binlerce yıldır sürdürülmüş. İşte bu yüzden konutlar ve sivil mimarimiz; yaşamın sürekliliğinin sembolüdür, dostluğun ve bir arada yaşamanın daha da anlaşılabilir göstergeleridir.
Sergi projemizin sonuç bölümünde ifade edildiği gibi;
“Geleneğin yok edilmesi, içinde yaşanılan çevrenin belleksiz bir topluma dönüşmesi, geleneksel konutun tahribatıyla paralel yürümektedir….
Bir coğrafyanın tinsel mirasını, kültürel gelişimini öğrenmenin en iyi yolu konut mimarisinden geçer. İşte bu nedenle, Troas bölgesi konutları bir an önce korunmalı, belgelenmeli ve kültür arşivindeki yerini almalıdır.”
Almalıdır ki, bugün ve gelecek için, barışının tarihsel güvencesine dönüşebilsin.
Değerli katılımcılar,
Sizlerle paylaşacağım son örnek ÇEYAP-Çanakkale Evleri Yaşatma Projesi’dir. 10 yıl önce, kentteki arsa ve yapı rantının tehditkar çatışmasıyla başladığımız çalışmalar, o günlerde hayalini bile kuramadığımız süreç ve sonuçlara geldi. Kuşkusuz hayallerimiz bitmedi ve yeni kentsel koruma projeleri düşünüyoruz.
Ancak 10 yıl gibi kısa bir sürede, korumanın yeni bir değer haline dönüştüğü günleri yaşıyoruz. Bu değerin oluşmasında içerik kadar, yöntemin de etkisi bulunuyor. Tüm çalışma süreçlerinde, isteyen herkesin katkı koyabilmesi, hatta katkının bizzat özendirilmesi, zorlanması, çalışma yönteminin temel anlayışıydı. Bu anlayış, hep birlikte ve bir arada kentin bugününün ve geleceğinin tasarlanmasının anahtarını oluşturuyor. Eğer tarihi tekrar yazacaksak, diğerini dışlayarak değil, bizzat katarak yazacağız.
Bugün görmekteyiz ki, kentin sosyal, kültürel ve fiziksel tarihi bu proje süreçlerinde tekrar yazıldı. Bu kentte yaşamanın bir tesadüf olamayacağı, tercih edilmesi gerektiği bizzat kentlilerle paylaşıldı. Kültürlerin geçiş güzergahındaki bu kavşak yerleşmenin, orta durak kentin, her dönem üstlendiği değişebilir ve dönüşebilir misyonlarla bugünlere ulaştığı, dolayısıyla bu kentte çatışma yerine uzlaşı olmasının, savaş yerine barış talep etmenin tarihsel bir gerekçe oluşturduğu kentlilerle birlikte benimsendi.
Sonuç veren koruma çalışmaları, artık kentteki herkesi etkiliyor. Bu etkileşim, sadece kentin fiziksel tarihi mirasını bugünlerde korumakla sınırlı değil. Kentin geleceğine, geçmişten aldıkları değerlerle, daha bir güvenli bakılıyor. Yaşanılan kente daha da ait olunduğu görülüyor. 550 yıllık bir kentin farklı kültürlerinin bir arada ve barışçıl bir yaşamı nasıl sürdürdükleri bilgi ve belgelerle izleniyor. Dolayısıyla, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de barışı ayakta tutmanın talepleri oluşturuluyor.
Değerli katılımcılar,
Tarih bütün yaşamın güvencesi, tıpkı barışın güvencesi olduğu gibi. Barış, diğeriyle kurulan ilişkinin niteliğinde saklı. Tarihin derinliklerinde gizlenen nitelikli yaşanmışlıklar, bilge ve bilinçli insanlığımızı yol gösteriyor. Geleceğin barış içinde kurulması için, tarihin güvencesini bugünlerden yarınlara hep birlikte taşımalıyız.
Geçmişin savaş coğrafyası olarak zihinlere yerleşen, geleceğin barış kentine tekrar hoşgeldiniz. Sabrınız için teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
Prof. Dr. A. Mete Tunçoku-Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi
Savaş ve barış gibi, aslında birbiriyle çelişen iki kavram arasında çarpıcı bir ilişki olduğuna, ilk kez 1990’da Çanakkale’de tanık oldum. O yıl Çanakkale Savaşları’nın 75. yıldönümü idi ve bu nedenle 25 Nisan günü, Anzak Koyu’nda özel törenler düzenlenmişti. Yıllar önce 1915’te, bu topraklarda geçen ölesiye bir savaşta ilk kez tanışan Mehmetçik ve Anzak askerleri, 75 yıl sonra aynı günde ve aynı yerde tekrar karşılaşıyorlardı…
Törenlerde, asırlık dev çınarlara benzeyen delikanlıların, yaşlı gözlerle Gelibolu Yarımadası’nın kıyı ve tepelerini seyredişleri, birbirlerine sarılıp, çiçek ve küçük armağanlar verişleri, gerçekten görülmeye değer, anlamlı ve bir o kadar da düşündürücüydü… Çünkü o gün orada, her şeye burukluk ve acı egemendi. Ama düşmanlık, nefret ya da kırgınlık gibi bir şey yoktu. Sanki 75 yıl önce şu tepelerde, kıyılarda aylarca birbirleriyle ölesiye mücadele edenler, onlar değildi. Sanırdınız ki, çok eski dostlardı ve yıllar sonra tekrar karşılaşıyorlardı.
Ardından bir yıl sonra 1991’de, Canberra’da Avustralya arşivlerinde araştırma yaparken, o zaman henüz hayatta olup, yaşları yüze dayanmış bazı eski Anzak askerleriyle karşılaşıp, görüşmek fırsatını da buldum. Kendilerine, Çanakkale 1915’i ve yıllar sonra o savaş için neler düşündüklerini sordum. Aldığım yanıtlar ilginç ve anlamlıydı.
“bir efsane yaratmak dışında her iki taraf için de trajik boyutlarda insan kaybından başka bir şey değil…” (J. J. Ryan 96 yaşında)
“tüm harekatın, iki tarafın da binlerce kaliteli genç insanın katliamına neden olduğunu ve bir sonuç vermediğini düşünüyorum” (C. J. Harzlitt 97 yaşında)
“… Evet Gelibolu’yu bugün de düşünüyorum. Hiçbir savaş buna değer mi diye soruyorsunuz. Ayrıca şu beyaz taşlar altında gömülü yatan, Yeni Zelanda’nın en seçkin evlatlarına da sorabilirsiniz: tüm bunlara değer miydi, onca yaşama değer miydi? Hayır, hayır hiçbir zaman ve hiçbir şekilde değmezdi” (Tony Fagan 91 yaşında)
Önce Anzak Koyu’nda tanık olduğum olay, ardından eski Anzak askerlerinin savaşa ilişkin yanıtları, bir anlamda savaşla barış arasındaki o garip ilişkiyi ortaya koymaktaydı; barışın kıymetini ve anlamını gerçekten tanıyanlar, savaşı yaşayanlardır. İyi de, insanın aklına, ister istemez şu soru geliyor: barışı anlayıp kıymetini bilebilmek için, ille de kanlı savaşlar yaşamak mı gerek?.. Ne yazık ki tarih bu soruya kocaman bir evetle yanıt veriyor. Bakıyoruz her büyük ve kanlı savaşın ardından barış dönemleri gelmiş!.. O zaman da şu soruyu tartışıp yanıt aramamız gerekiyor. Binlerce yıldır yaşanan onca savaşa ve genç insan öğüten savaş canavarına verilen milyonlarca kurban yetmiyor mu? Uluslar neden savaşırlar? Daha ne kadar sürmeli bu çelişki?
Hele Çanakkale, üzerinde bugün barış ve huzur içinde yaşadığımız bu topraklar… Her karışı neredeyse varoluşundan beri hep savaşlara tanık olmuş. Bir düşünün, üçbin yıl önce Troyalılar-Akalar, ardından Persler, Büyük İskender, Arap-Haçlı istilaları, Cenevizliler, Bizanslılar; 14. Yüzyılla birlikte yoğunlaşan Türk akınları ve ardından gelen Osmanlı dönemi; bu dönemde yaşanan İngilizlerin iki kez boğazı zorlayışı, İtalyanlar… Son olarak da, 1915’te neredeyse, dünyadaki tüm ulusların katıldığı Çanakkale Savaşları…
Kısacası hep savaş, her köşesinde savaş yaşanmış Çanakkale’nin. Savaşla anılır olmuş bu topraklar. O kadar ki, boğazın kıyılarını okşarcasına akan sulara ya da, neredeyse hiç durmadan esen rüzgarlara bir kulak verirseniz, geçmiş savaşlarda kan ve canlarını verenlerin haykırış, yalvarış ve inleyişlerini duyar gibi olursunuz…
Peki ama geçmişte hep büyük ve kanlı savaşların geçtiği bu topraklarda, Çanakkale’de, barış türküleri söylenmesi için daha kaç savaş verilmeli?.. Sanıyorum, böylesine seçkin, özel ve değerli topraklar üzerinde yaşayan bizler, bu ayrıcalığın gerekli kıldığı bilinç ve sorumlulukla hareket etmeliyiz. Öyle ki bu topraklar, bundan böyle, savaşın anılarını en iyi bilip tanık olmuş topraklarda yaşadıkları için, kendilerini barışa adamış, barış için uğraş veren insanların yaşadığı yer olarak tanınıp, barışla birlikte anılabilsin.
İnsanlar sonuçta savaşa, idealleri için ve ölümü göze alarak katılırlar. Savaş bir bakıma onlar için ölümcül bir sorumluluk olur…
Aynı şekilde bugün barış içinde yaşayan bizler açısından da barış, yaşamsal ve vazgeçilmez olmalı. Bu uğurda herkes elinden geleni yapmalı. Bu amaçla ilk yapmamız gereken şey, Çanakkale Savaşları’nı çok iyi araştırıp, iyi anlamak ve gelecek kuşaklara; barış bir kere elden giderse ve savaş başlarsa nelerin olabileceğinin canlı örneklerini sunan, çarpıcı bir model olarak anlatılmalıdır. Yani savaş, kalıcı bir barışa temel olabilmelidir.
Peki başka neler yapılmalı, neler yapılabilir, Çanakkale Savaşları’nı barışa temel olarak değerlendirmek için? Aslında Çanakkale’de, ilgili herkes, her kurum bu konuda güzel ve anlamlı etkinlikler sergilemekte… Bunlara ek olarak şunlar da düşünülebilir:
• Bu toplantıların (TKB toplantıları) gündeminde barış konusu da ele alınıp, toplantılar daha sık düzenlenmeli.
• Her yıl Dünya Barış Günü’nde, 1 Eylül’de uluslararası çapta, çok geniş katılımlı bir barış araştırmaları konferansı yapılmalı
• Çanakkale savaşlarını bilimsel ve belgesel olarak araştırmak amacıyla kurulup, halen sınırlı ve çok kısıtlı olanaklarıyla çalışan AÇASAM, bir an önce enstitüye dönüştürülmeli; kendi bütçesi ve kadrolarıyla daha etkin çalışabilmelidir.
Bu arada merkezin adına, barış sıfatı da eklenmeli ve “Atatürk, Barış ve Çanakkale Savaşları Araştırmaları Enstitüsü” olmalı.
• Büyük çapta uluslararası barış konserleri düzenlenmeli. Biz AÇASAM olarak 2007’de böyle bir konser planlıyoruz, ön görüşmelere başladık. Bu konsere Amerika Birleşik Devletleri’nden Joan Baez, Avustralya’dan Eric Bogle, Yunanistan’dan Maria Farantouri ve bizden Zülfü Livaneli gibi, yıllarca söyledikleri barış türküleriyle gönüllerde yer yapmış sanatçıları davet etmek istiyoruz. Nisan 22-23 tarihleri arasında, Anzak Günü’nden önce ve şehir stadyumunda yapmayı planladığımız böyle bir konser inanıyoruz ki, dünya çapında ses getirecek ve Çanakkale’nin barışla birlikte anılmasına katkı yapacaktır…
• Çanakkale, İzmir, Hiroşima, Nagasaki ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra Bağdat gibi, savaşın yol açtığı yıkım ve acıyı en iyi bilen şehirler arasında, uluslar arası bir birlik oluşturulabilir. Birliğin adı, savaşı yaşayan kentler birliği olabilir. Her yıl bir şehirde toplanılıp çeşitli etkinliklerle barış vurgulanır. Büyük bir barış ödülü konulur, titizle belirlenerek, barış için katkısı olan kişi veya kuruma verilir.
Aslında, savaşın barış, sevgi, dostluk ve saygı amacıyla nasıl temel taşı olabileceğinin en güzel örneğini, 1934 yılında Mustafa Kemal Atatürk vermiş. Savaşın son çözüm yolu, kaçınılmaz olmadıkça başvurulmaması gereken bir yöntem olduğunu vurgulayan, ama bir kere kaçınılmaz olunca da, onu en inceliklerine kadar uygulayıp zafere ulaşmasını en iyi bilen komutanın, anzak anaları için söylediği sözlere bakalım:
Büyük devlet adamı, ülkesini işgale gelip, yüzbinlerce Türk gencinin kanına ve canına kıymış bir zamanların düşman askerlerine, “kahramanlar, bizim de çocuklarımız ve Mehmetçikle omuz omuza, koyun koyuna yan yana uyumaktadırlar…” Gibi gerçekten sevgi, saygı, güven ve huzur verici, barış yaratıcı sözlerle seslenmektedir. Yani 1915’in galip komutanı, Çanakkale Savaşları’nı barış için esaslı, kalıcı ve bugün de sağlamlığını koruyan Türk-Anzak barış ve dostluğuna temel yapabiliyordu. Tarihte düşmanını böyle tanımlayan kaç komutan vardır bilemiyorum.
Nitekim Ata’nın bu sözleri kısa sürede hedefine ulaşır. O günlerin Avustralya ve Yeni Zelanda gazeteleri bu olayı şöyle yansıtmaktadır: “modern Türkiye’nin kurucusu, büyük devlet adamı Atatürk’ten, Anzak analarına en sıcak ve veciz sözlerle sesleniş…”
Bu olaylardan kısa bir süre sonra, Avustralyalı bir Anzak annesinin, Ata’ya yolladığı mektup ise, savaş ve barış arasında, konuşmamın en başında vurguladığım çelişkili bağlantının yani, çok kanlı bir savaşın bile, barış için nasıl güçlü bir temel olabileceğinin belki de en güzel örneğidir: “Gelibolu toraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”
Kısacası; tüm yıkım ve acılarına karşılık savaş, görüldüğü gibi, istenirse pekala barışa temel olabilir.
Saygıdeğer konuklar; Çanakkale 1915, Osmanlı’nın son zafer kalesi olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna varan gelişmeler içinde ilk zafer kalesidir de. Bizler, atacağımız köklü adımlarla bu güzel şehri, bu toprakları, zafer kalesi olmak yanı sıra, bir barış kalesi de yapabiliriz.
Başaran Ulusoy-TÜRSAB Başkanı
Sabaha karşı “Anzak Töreni”nde yaşadığım ürpertiyi unutamıyorum. Bu olaydan sonra, gençlerimiz de gelsin, bu ana ortak olsun diye Genelkurmay Başkanlığı’na telefon açtım. Onlar da TÜRSAB’a; Başbakanlık, Eğitim Bakanlığı ve de Çanakkale Valiliği işbirliğiyle onbinlerce gencin bu töreni izlemesine yardımcı olma fırsatı verdiler.
Bugün bu ülke, sığınmalara kucak açan bir coğrafya olarak hak ettiği saygıyı görecektir. Sayın Başkan, “Troia Müzesi”nin yapımında yardımcı olacaktır eminim. Çanakkale bu müzeyi hak ediyor. Belediye Başkanı, Ticaret Odası ve TÜRSAB olarak biz Troia Vakfı’na gerekli desteği vereceğiz.
Turizm yörelerinde 3-4 kattan fazla bina yaptırmayalım, çünkü bizim geçim kaynağımız turizm ve kendi elimizle bunu baltalıyoruz. Ayrıca sahip çıkılması gereken kervansaraylarımız var. Artık Türkiye’yi ziyarete gelen turistler kumdan ve denizden kaçıp, tarihe ve kültüre yönelmek istiyor.
Gümüşü, altını bulmak kolaydır ama kaybedilen tarih geri gelmez. Kültür varlıklarına önem verdiğimiz ölçüde barışa da sahip olabiliriz. Eğer gençlerimiz geleceğin mimarı olmak istiyorsa, bu macera yolundan değil kültür yolundan geçer.